Bir Tatlı Huzur 11/07/2019

1) Ünipolar bozukluğun bipolar bozuklukla bir ilgisi var mı? Ünipolar bozukluk ve majör depresyon teşhisi ile ilaç tedavisi görüyorum, bipolar olmak istemiyorum.

 


Bir kere ünipolar demek tek uçlu yani tek kutuplu demek bipolar demek de çift kutuplu demek. Ünipolar denilince genellikle depresyonu anlıyoruz. Yani depresyon hastalığını anlatıyor ünipolar kelimesi oysa mani de var. Tek başına maniyle giden hastalar da var. Bipolar bozukluk hastalarının %5’ini oluşturuyor, onlara da ünipolar mani deniliyor. Bipoların alt kısmı ama neden ünipolar deniliyor derseniz aslında bir kişiye tanı koymak için sadece yani bipolar tanısı konulması için mani geçirmesi yeterlidir, tanımı farklı yani bu. Oysa sadece depresyonlarla giden bir hasta ona depresyon deniyor. Depresyon ve maninin ne olduğu konusunda kısa bir bilgi vereyim.


Depresyonu hepimiz biliyoruz; hayattan zevk almama, moral bozukluğu, karamsarlık, ümitsizlik, yorgunluk, bitkinlik, enerjisizlik, geleceğe ilişkin olumsuz düşünceler, iştah kaybı, uyku bozukluğu şeklinde giden bir psikiyatrik hastalık. En yaygın psikiyatrik hastalıklardan birisidir. Sadece bu şekilde devam ederse buna ünipolar depresyon diyoruz. Bu tekrarlayıcı da olabilir bazı insanlarda 20-30 yıldır genellikle kış mevsimlerinde vs. tekrarlıyor olabilir o zaman tekrarlayıcı ünipolar depresyon diyoruz veya bazen kronikleşebilir aylarca, yıllarca sürebilir o zaman kronik depresyon deniyor.


Çeşit çeşit formları var. Bipolar bozukluk ise asgari 1 manik atakla giden ve buna eşlik eden depresyonun olduğu veya olmadığı hastalıklara deniyor. Bipolar bozukluk hem depresyon hem mani esas olarak ama tekrar söylüyorum sadece mani bile gözükse buna da bipolar bozukluk deniyor. Ünipolar bozukluktan bipolar bozukluğa yani sadece depresyondan bipolar bozukluğa bir geçiş var mı evet var. Hastaların önemli bir kısmı zaman içerisinde bipolar bozukluğa dönebiliyor. Özellikle belli özellikleri gösteren ünipolar depresyon hastalarının daha sonra bipolar bozukluğa dönüşme riski fazla. Mesela hamilelik sonrasında doğum sonrasında depresyona girmiş hanımların %50’si hayatlarının geri kalan kısmında mani ya da hipomaniye girerek bipolar bozukluk hastası olarak hayatlarını sürdürüyorlar. Yine adet öncesi gerginliği olan depresyon hastalarının bipolar bozukluk olma riski fazla. Yine tiroid sorunları olan depresyon hastalarının bipolar bozukluk olma ihtimali fazla. Migren atakları olan ünipolar bozukluk hastalarının zaman içerisinde bipolar bozukluk hasta olma mani ya da hipomani geliştirme risk fazla. Yine disforik yani öfkeli depresyonların bipolar bozukluğa dönüşme ihtimali fazla. Böyle sayılabilir.


Bir de karma ataklar var yani hem depresyonun hem maninin aynı kişide aynı anda aynı zamanlarda veya aynı günlerde gözüktüğü tablolar var. Karma bipolar bozukluk dediğimiz şeyin de seyri hem ünipolar hem bipolar bozukluğa göre maalesef tedavisi daha güç ve daha büyük zorluklar var. Her iki hastalığın tedavisi esas olarak farmakolojik yani ilaç tedavisi fakat ünipolar depresyon özellikle olaylara bir reaksiyon olarak gelişmişse, hafif/orta düzeydeyse psikoterapinin de etkili olduğunu biliyoruz.


Bipolar bozuklukta da psikoterapiyi kullanıyoruz daha çok ilacın yanında hastalıkla baş etmek üzere tekniklerimizden birisi. Yani kişilerin daha fazla atak geçirmemesi için çevreleriyle olan ilişkilerinin bozulmaması için kişilerarası ilişkiler ve sosyal ritim terapisi yapıyoruz bipolar bozuklukta. Yine ben bununla ilgili Türkçe’ye çevrilmiş bir kitabın çeviri editörüyüm. Bu kitap aynı zamanda benim de eğitimimi sağlamış olan Ellen Frank tarafından Amerika’da yayılmış bir tedaviyi anlatıyor. Ellen Frank’tan eğitim aldığımı ayrıca belirttim, değerli bir kitap, değerli bir psikoterapi. Diğer yandan ünipolar depresyon tedavisinde de psikoterapilerden istifade ediliyor hafif/orta düzeyde olanlardan şiddetli olanlarda psikoterapi o kadar geçerli değil. Ünipolar depresyon tedavisinde en çok işe yaradığı gösterilmiş psikoterapiler; bilişsel davranışçı terapi ve kişilerarası ilişkiler psikoterapisi yine kişilerası ilişkiler psikoterapisi alanında da ben hem terapistim hem de aynı zamanda eğiticiyim. Bu nedenle iki uçlu bozuklukla tek uçlu ünipolar depresyonun da tedavisinde psikoterapiden istifade etmenin gerekliliğine bu vesileyle işaret etmiş olayım. Hastaların bu tedavilere ulaşması önemli ve hekimlerine psikoterapiden fayda görüp görmeyeceklerini sormalarında fayda var. Fakat özellikle bipolar bozukluğun psikoterapiyle tedavi edilebileceği yani ilaçların üzerine psikoterapinin de ekstra katkı sağlayacağı meselesi henüz psikiyatristler arasında bile yeterince bilgi sahibi olunan bir konu değil. Dolasıyla hani bir psikiyatriste gidip ‘’Bipolar bozukluğum ayrıca psikoterapi de almak istiyorum!’’ dediğinizde ‘’Bunun için bir psikoterapi yok!’’ şeklinde bir cevapla karşılaşma riskiniz de var. Oysa hem psikoeğitim hem kişilerası ilişkiler ve sosyal ritim terapisi hem de bunlara benzeyen birkaç tedavi modeli bipolar bozukluğun psikoterapisi için geliştirilmiş durumda yine bilişsel davranışçı psikoterapiler de kullanılabiliyor.


Burada hastamız ünipolar bozuklukla bipolar bozukluğun ilişkisinin olup olmadığını soruyor evet söyledim. Ünipolar depresyonların zamanla önemli bir kısmı bipolar depresyona dönüşebilir. Dolayısıyla tüm depresyon hastaları aynı zamanda bipolar bozukluk adayıdırlar. O nedenle gelişmeleri iyi izlemekte fayda var özellikle ailede bipolar bozukluk görülmüş olan ünipolar depresyon hastalarının zaman içerisinde bipolar bozukluğa dönme riski de yüksektir. Bu açıdan da hastalıklarını incelemelerinde fayda var hekimlerine de o ailedeki bipolar bozukluk öyküsünü vurgulu bir biçimde anlatmalarına ihtiyaç var. Çünkü özellikle antidepresaların ünipolar depresyonu bipolar hastalığa çevirme, tetikleme konusunda rolleri var. Hekimler de bunları dikkate alarak ilaç yazacaklardır. O nedenle hekimleri doğru bilgilendirmek önem taşımaktadır. Bazen hekimler yeterince aile öyküsü alamamış olabilirler. O nedenle aile öyküsünü doğru aktarmakta fayda var.


Diğer yandan antidepresan kullanımı sırasında ortaya çıkan aşırı hareketlilik, çok konuşma, çok para harcama, coşku, özgüvende artış, az uyuduğu halde kendini enerjik hissetme, kendini bazı önemli rollerde konumlarda hissetme, özgüvende gereğinden fazla artış, büyüklenme dediğimiz belirtilerin ortaya çıkması ciddi bir bipolar bozukluk yapısal/biyolojik zemini olduğunu gösterir. Dolayısıyla hastalarımız antidepresan kullanırken de tek uçlu depresyonun bipolar hastalığa dönüşme riskini değerlendirmeleri gerekir. Bu tür belirtiler ortaya çıkarsa bunları mutlaka hekimleriyle paylaşmalılar ve yine ünipolar depresyon hastalarının yakınları bu belirtilere karşı daha dikkatli ve uyanık olmalılar. ‘’Ünipolar bozukluk ve majör depresyon teşhisi ile ilaç tedavisi görüyorum, bipolar olmak istemiyorum.’’ sözüne karşı da diyorum ki; o zaman ilaçlarınızı düzgün kullanınız ve sonuçları hekiminize doğru rapor ediniz. Siz de dikkatli olunuz az önce söylediğim mani ya da hipomani belirtileri görülüyor mu dikkat ediniz. Bunları da Google’dan tarayarak ‘’Mani ya da hipomani belirtileri’’ diyerek o zaman bipolar bozukluk riskinizi de gözden geçirmiş olursunuz.

 

2) Bilişsel davranışçı terapinin amacı nedir?

 

 

Bilişsel davranışçı terapi esas olarak davranışlarımız ve bilişlerimiz zihnimizdeki düşünce kalıpları arasında belirgin bir bağ olduğu teorisine dayanan daha çok da öğrenme tedavisinden istifade eden bir tedavi şeklidir. Bunun içerisinde özellikle bilişsel kısmının gelişimi 1960’larda Amerikalı nörolog Aaron T. Beck’in çalışmalarıyla olmuştur. Beck gittikçe bu çalışmalarını okullaştırmış ve dünya çapında öğrenciler yetiştirmiştir.


Bu bilişsel davranışçı okul genel olarak psikiyatride en yaygın alanlara ulaşan tedavi/psikoterapi şeklidir. Kişilerarası ilişkiler psikoterapisiyle birlikte mesela depresyon tedavisinde en önemli iki yöntemden birisidir ama bilişsel davranışçı psikoterapisi özellikle kaygı bozukluğunda, obsesif kompulsif bozuklukta oturmuş yanlış düşünce ve davranışları değiştirme hususunda çok iyi işe yarayan tedavidir.


Yaptığı şey şudur; mesela diyelim ki asansörde panik atak geçiren bir hasta, her asansöre bindiğinde benzer panik ataklar geçireceği korkusu içerisine girebilir ve asansöre binmekten kaçınabilir. Bu kaçınma davranışını geliştirebilir hekimle bu konu yeterince çalışılırsa hekim bu kalıp düşünceyi yani tekrar asansöre binerse kalp krizi geçireceği vs. gibi yanlış kalıp düşünceyi fark edip benzeri durumlarla karşılık olarak hastayla bunları tartıştıktan sonra yeterli üzerine gitmeleri yani davranışçı tedavileri yaparsa ve bu düşüncelerin üzerinde yeterince durursa yani bilişsel yaklaşımları sergilerse bu bilişsel yanlış düşünce kalıplarının ne olduğunu hastaya öğretirse ve hastaya bunları çalıştırırsa ve dönüp dönüp asansöre bindirip bu zihinsel durumla atakların gerçekleşmediğini ona gösterdikçe kişinin asansöre olan korkusu gittikçe azalacaktır. Benzer şekilde uçağa binme, kapalı alanlara girme, otobüse binme, aşırı temizlik hassasiyeti olan obsesif kompulsif bozukluk hastalarının da bu davranışlarıyla baş etmeleri mümkündür.


Dolayısıyla bilişsel davranışçı terapinin esas hedefi; yanlış bilişleri ve bu yanlış bilişlere bağlı davranışları değiştirerek hastanın sıhhatine katkıda bulunmaktadır. Ben bilişsel davranışçı terapiler konusunda belli bazı eğitimler aldım. Bunları hastalarıma uyguluyorum ve ciddi sonuçlar doğurduğunu görüyorum. Yani hekimlerin, psikoterapistlerin en çok istifade ettikleri tekniklerden birisidir, kesinlikle işe yarar. Bu nedenle kaygı bozukluğu türünde olan biliş ve davranış bozuklukları gösteren hastalara genel anlamda önerebilirim. Mutlak kullanılmalıdır demiyorum ama bunu aslında hekimleriyle tartışmalarını ve öneri almalarını tavsiye ediyorum.

 

 

3) Dün akşam kütüphanemi karıştırırken Dr. Faruk Bayülken'in "Bir ruh hekiminin başından geçenler" adlı kitabını biraz inceledim, bir kaç bölümünü de okudum, ruh sağlığının en büyük düşmanı kıskançlıktır, sözü zihnimi kurcaladı, siz kıskançlık konusunda ne dersiniz?

 

Kıskançlığın bir çok durumda ortaya çıkabileceğini tahmin ediyorum, gözlüyorum. Şüphesiz ruh sağlığımızı da tedirgin eden bir tarafı var. İnsanoğlu rekabetçi varlık işte bu kıskançlık hemcinslerimiz arasında olabilir bazen cinsellikle ilgili konularda olabilir bazen hayatla ilgili en genel anlamda maddiyat vs. gibi unsurlarda kıskançlık olabilir. Bazen birbirlerimizin çocuklarını bile kıskanabiliriz. Eşimizin sevgini kıskanabiliriz. Eşimizi başkalarından kıskanabiliriz. Başka erkeklerden veya kadınlarsa erkeklerini başka kadınlardan kıskanabilirler vs. bu tabi bir özelliktir ve hayatın akışı için gereklidir.


Kıskançlığın psikiyatrik bir tabloyu doğrudan tetiklediği meselesi ancak bir stres faktörü olarak ele alınabilir. Bu rekabetçi ortamda rekabetin daha çok zorlaması gibi algılanabilir. Dolayısıyla kıskanmanın kendi başına bir psikopatoloji yaptığını yani bir hastalık yaptığını söyleyemem.

Bununla birlikte bazı hastalıklar paranoid bozukluk gibi şüphecilik ciddi anlamda kıskançlıkla ortaya çıkabilir özellikle eş kıskançlığıyla ortaya çıkabilir. Dolayısıyla bu kıskançlık tespitinin önemsiz olmadığını ama bugünün bilgileri içerisinde Faruk Bayülken bundan en az 50 sene önce Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nde görev yapmış bir hekimdir. Bugün için artık çok önemli bir yanı olmadığını, psikiyatrik hastalıkları tek başına açıklayacak kadar kuvvetli bir saptama olmadığını söylemekle yetineyim.

 

 

4) Psikiyatrik ilaçlar kısırlık yapar mı?

 

Bugüne kadar ki eğitimimde buna ilişkin bir veriyle karşılaşmadım. Buna ilişkin bir veriyi özellikle tarayıp sonuçlarına bakmış değilim ama eğitimimizde böyle bir bilgi yok, kitaplarımızda böyle bir bilgi yok.


Bazı hormon değişiklikleri bazı psikiyatrik ilaçlarda daha sık olabilir. Onlar mesela mememizden süt gelmesine neden olabilir, adet düzenini değiştirebilir. Doğrudan kısırlık yapması ilaçların çok sık rastlanan veya rastlanıp önemli olan bilgilerden değildir.

 

 

5) Psikiyatrik ilaçları kullanırken hamile kalmanın ne tür riskleri var, var mı?

 

Tabii ki ufak tefek riskler var. Sağlıklı insanlar açısından konuşuyorum yani herhangi bir psikiyatrik hastalığınız yoksa herhangi bir psikiyatrik ilaç kullanmıyorsanız hamile kalmışsanız herhangi bir anomaliyle çocuğunuzun doğma ihtimali %2 civarındadır. Yani tamamen sağlıklı bir annesiniz hiçbir ilaç kullanmıyorsunuz ve %2 civarında düşük doğum ağırlığı, solunum güçlüğü vs. gibi rahatsızlıklarla doğum yapma riskiniz %2.


Bizim için en ağır sayılabilecek hamileliğe en çok zarar verme olasılığı olan psikiyatrik ilaçları kullandığınızda bile bu risk %3-%4 veya bilemediniz %5’den daha fazla değil.


Yani aslında psikiyatrik ilaçlarla çocuğun görebileceği zarar riski en fazla %100 civarında artıyor. Bu şekildeki bir artış yani %2 olan risk %4’e çıktı. Bu hanım %96 oranında sağlıklı bir doğum yapacak demektir.


Psikiyatrik ilaçların çok azı istisna, hemen hiçbiri majör malformasyonlar yapmıyor. Yani akciğerinin yarısı olmayacak şekilde, kalbi delik şekilde, beyni yarık şeklinde doğmuyor bu ilaçlarla. Onun yerine düşük doğum ağırlığı, hafif solunum güçlükleri, geç ağlama gibi yan etkiler ortaya koyabilir hamilelik sırasında alınan ilaçlar.


Özellikle ilk 3 ay içerisinde alınan ilaçların bir organ patolojisine yol açma riski yüksektir. Bununla birlikte psikiyatride hep ya da hiç kuralı nedeniyle ilk 3 ayda vücudun verdiği tepki bu ciddi malformasyonların, ciddi organ hasarlarının olduğu fetüsler, embriyolar vücuttan atılıyor ve sürmüyor. Düşükle neticeleniyor eğer ciddi sorunlar varsa işte hep ya da hiç kuralı eğer yaşamla bağlaşan bir şey değilse ölümle neticeleniyor ve bitiyor ilk 3 ay içerisinde.


İlk 3 ayı geçenlerde ise bu söylediğim çok düşük risk oranları gerçekleşebilir. Dolayısıyla yani psikiyatrik ilaçların ciddi bedensel sonuçlara yol açma riski çok düşüktür.


Psikiyatristlerin bu konudaki eğitim ve yaklaşımlarında fazlaca muhafazakâr davrandıklarını ve özellikle hastaları hamilelikten uzak tutmaya çalıştıkları özellikle ilaç kullandıkları zamanla veya ilaç kullanan hastaları ilaç bırakmaya zorladıkları telkin ettikleri konusunda gözlemlerim oluyor. Bunlar tehlikeli şeylerdir. Psikiyatrik hastaların tedavisi her şeyin üzerindedir. En başta hasta ve hasta yakınlarıyla ilaç riskleri konusunu paylaşmak nispeten düşük riskli ilaçları hiçbiri yüksek riskli değil zaten ama nispeten daha düşük riskli ilaçları seçerek tedaviyi sürdürerek hamileliği planlamak çok daha mantıklı olabilir tabii ki tüm riskleri anlatarak.


Bu tüm risklerde %4’ü aşmıyor. Yani en ağır ilaçları da kullansanız %95-%96 oranında psikiyatrik ilaçları kullanırken hamile kalan veya hamilelik sırasında bu ilaçları kullanmayı sürdürenlerin sakat çocuk doğurma riski var ki bu da yüksek değil.


Bu arada mesleki yaşamımda en az 100 civarında psikiyatrik ilaç kullanırken doğum yapmış hanımla karşılaşmadığımı net olarak ifade edeyim.

 

 

6) Psikiyatrik ilaç kullanırken hamile kalmayı planlayabilir miyiz?

 

Evet, uygun ilaç seçimleriyle psikiyatristinizle birlikte oturup konuşarak bu %4’lük riski kabul ediyorsanız eğer hamile kalmayı planlayabilirsiniz. Bu da zor bir şey değil.

 

 

7) Psikiyatrik ilaç kullanırken emzirebilir miyiz?

 

Evet, bir çok psikiyatrik ilaçta emzirmek sorun değildir. Bunlarla ilgili Türkiye Psikiyatri Derneği’nin de yayınladığı ve dünyada yayımlanmış rehberler vardır. Onlara bakılırsa normalde bir ilacın kandaki oranın %10’u kadar olanı anne sütüne karışıyorsa o ilaç güvenli demektir.


Psikiyatrik ilaçların antidepresanların çok büyük bir bölümü zaten güvenli ilaçlardır. Çok azında sütte %10’un üzerine çıkılan oranlar vardır. Onlarında kullanımı kenara bırakıldıklarında antidepresanlar güvenlidir.


Antipsikotiklerle ilgili de böyle bir tasnif vardır. Bunlara dikkat edildiğinde hekim en güncel yayınlara izleyerek bu sorulara cevap verdiğinde hastanın tedavisini emzirirken de sürdürmek mümkündür ama tüm bunları aileyle ve hastayla paylaşıp doğru bilgiler üzerinde mutabık kalarak ve adım adım riskleri paylaşarak yürümek mümkündür.


Dolayısıyla emzirirken ilaç kullanmak mucizevi bir şey değil kullanılabilir, endişe etmeyin! Mutlaka hekiminizle oturup bunları tartışın eğer bu konularda anlaşılmayan hususlar varsa bize de danışabilirsiniz.

 

 

8) Öfke kontrolü için tavsiyeleriniz nelerdir?

 

 

Öfke kontrolü için temel tavsiyem; bir kere öfke bir çok psikiyatrik hastalığın bileşenidir. Yani öncelikle dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, bipolar bozukluk, depresyon, şizofreni, uyku bozuklukları gibi hastalıklarda öfke kontrolü ciddi anlamda bozulabilir.


Diğer yandan iyi uyumadığımız gecelerin sabahında yani illa psikiyatrik bir hasta olmamız gerekmiyor. Eğer iyi uyumadıysak özellikle bizi o günlerde geren olaylar yaşıyorsak, tedirginsek, kaygımız artmışsa öfke kontrolümüz de bozulabilir.


Dolayısıyla eğer öfke kontrolüyle ilgili sorunlarımız varsa bunların öncelikle başka bir psikiyatrik hastalıktan kaynaklanıp kaynaklanmadığını açıklığa kavuşturmamız gerekir. Eğer başka bir psikiyatrik hastalığımız nedeniyle öfke kontrol sorunları yaşıyorsak öncelikle o psikiyatrik hastalıkların tedavisi öfke kontrolü konusunda bize ciddi katkı sağlayacaktır.


Kadınlarda premenstrüel gerginlik sendromu, adet öncesi gerginlik sendromu ortaya çıkıyorsa bu da öfke kontrolünü bozan nedenlerden birisidir. Psikiyatristle yapılacak müdahaleler öfke kontrolünü adet öncesi gerginlik sendromunda da giderebilecektir.

 

 

9) Beslenme ile öfke kontrolü arasında bir bağ bulunur mu?

 

 

Bununla ilgili en güncel yayınları gözden geçirmedim ama psikiyatri eğitimi içerisinde aldığımız veya bugüne kadar ki okuduğum literatüründe beslenmeyle öfke arasında ilişki kuran bir yayına rastlamadım.


Daha çok dini, tasavvufi kaynaklarda etle beslenmemin öfke kontrolünü bozduğu vs. gibi geleneksel bir bilgi vardır. Bunun değerli ve bilimsel bir tarafı olduğunu hiç düşünmüyorum. Buna ilişkin veriyle bugüne kadar hiç karşılaşmadım. Bunu da ifade edeyim.

 

 

10) Kafamda hep birilerinden kötülük görecekmişim hissi var olayları hep olumsuz yönde kendime yoruyorum, en normal olayda bile kafamda," büyük hatalar yaptım işler nasılsa bozulacak" deyip kontrolden çıkıp daha büyük ve gerçek hatalar yapabiliyorum. Sorun olduğunu düşündüğüm şeylerin aslında olmadığını anladığım an bu rahatlık çok kısa sürüyor beynim hemen başka bir sorun yaratıyor, buluyor. Kendime olan güvenim ve saygım azalıyor; ‘’Nasıl böyle hatalar yaparım ve böyle durumlara düşerim!’’ diye. İyi şeyler hak etmediğimi düşünüp kendimi salıyorum. Bir yandan da ‘’Bu şekilde devam etmemeliyim.’’ diyorum. Sizce durumum ciddi mi ne yapmalıyım?

 

Çok ilginç yani o ana kadar düşüncelerinin gerçek olmadığını ve telaşlanınca hata yaptığını düşünüyor. Kaygılı ruh haliyle hata yapma arasında ilginç bir bağ kurmuş aslında kendisi de cevabını vermiş. Yüksek oranda kaygılandığımızda doğal olarak hata yapma riskimizde artıyor. Yani zihnimiz ve dikkatimiz dağılıyor bu da bariz somut hatalar yapmamıza sebep oluyor.


Kaygının özellikle olayların sırasını değiştirdiğini ve olmadık ayrıntılara bizi odaklayıp esas büyük resmi kaçırmamıza sebep olduğunu bilmemiz lazım.


Bunun sosyal ilişkilerde de sık gerçekleştiğini görüyoruz. Önemli konular için bir araya gelen insanların gelecekle ilgili planları, çıkarları söz konusu olduğunda bile nasıl küçük kişilerarası sorunlara takılarak oradaki bir kişinin kendisine laf sokup sokmadığı gibi ayrıntılara takılıp nasıl büyük sonuçları, büyük kârları, büyük hedefleri elden kaçırabildiğini görüyoruz.


Dolayısıyla dikkatli ve akılcı olmak sorunların düzeyini sıralamaya sokarak ayrıştırmaya çalışmak önemli. Burada bu kadar ayrıntıyı tarif ettiğini için bu izleyicimizin belirli bir düzeyde kaygı bozukluğu olduğunu düşünüyorum. Bu tabii bir öngörüş ne tanı ne de başka bir şey mutlaka bir psikiyatristle oturup bunları konuşmasında fayda var. İhtimal ki psikiyatrist orada bir hastalık saptarsa tedaviye başlayacak, müdahale edecek.


Bu bazen ilaç tedavisi olabilir. Bazen de bugün bahsettiğimiz gibi bilişsel davranışçı bir tedavi olabilir. Her ikisi de birlikte olduklarında da bu türden gereksiz kaygıları sonuç almamızı engelleyen ve bizi gereksiz noktalara odaklayan kaygılardan uzaklaşmamızı sağlayacaklardır.

 

 

11) Şizotipal kişilik bozukluğu ile ilgili bilgi verebilir misiniz?

 

 

Esasen kişinin başkalarıyla sosyal ilişkiye girmeye ihtiyaç duymadığı bir durumdur. Yani bir tür asosyallik halidir. Kişi ciddi anlamda yakın bir ilişki ihtiyacı hissetmemektedir.


Eskiden bu hastaların şizofreniye yatkınlık oluşturdukları gibi bir fikir vardı. Bu fikir sonra terk edilir gibi oldu fakat tamamen silinmiş değil. Dolayısıyla bir biçimde bu fikrin kıymetini halen sürdürdüğünü söyleyebilirim.


Şimdi DSM-5 yani bizim ana kitabımızdan şizotipal kişilik bozukluğuyla ilgili bilgileri okuyorum. Erken erişkinlikte başlayan ve değişik bağlamlarda ortaya çıkan yakın ilişkilerde birden bir rahatsızlık duyma ve yakın ilişki yeterliliğin düşük olmasıyla kendini gösteren toplumsal ve kişilerarası eksikliklerin yanı sıra bilişsel ve algısal çarpıtmalar ve sıra dışı davranışlarla giden yaygın bir örüntü. Yani aslında sadece toplumdan uzak kalmak değil biraz da sıra dışı görünüm ve tavır vs. gibi belirtiler. Hani bir tuhaflık psikotik bir akıl hastalığına ilişkin bir belirti kümesiyle karşı karşıya kaldığınız izlenimini veren bir kişilik yapısı.


Sayacağım 9 tane belirtiden 5 tanesinin görülmesi tanı için yeterlidir. 1; alınma düşüncesi yani falanca bana bir şey mi demek istiyor şeklinde olan bitenden çabucak tedirgin olma. 2; alt kültürel değerlerle uyumlu olmayan alışılagelmişin çok dışında inançlar ve büyüsel düşünme. Örneğin; boş inançlar yani geleceği görebildiğine inanma. Uzak duyum, telepati ya da 6. his. Çocuklarda ve gençlerde olabilirliği olmayan işlemler ya da düşünsel uğraşlar böyle uzak, tuhaf kavramsal kafa yormalar. Diğeri olağan dışı algısal yaşantılar bunun içinde bedensel yanılsamalar da vardır. Sanki sırtımda bir şey var, arkamdan bir şey geliyor, bir şey dokunuyor gibi olağan dışı bedensel yaşantılar.


Yadırganacak denli olağana aykırı düşünce ya da konuşma örneğin; bedensel, çevresel eğritilemeli böyle benzetmelerle giden, bir türlü konuya odaklanamayan, çok ayrıntılı ya da basmakalıp fikirler öne sürerek giden bir düşünme biçimi.


5. özellik kuşkuculuk ya da kuşkucu düşünceler. Yani biraz evvelki alınma fikirlerinin çok ötesinde. Net kuşkucu düşünceler örneğin falanca şeyler böyle yapmak mı istiyor gibi aslında şunlarla şunlar bir araya gelerek böyle bir şeyin peşindeler gibi.


Diğeri; uygunsuz ya da kısıtlı duygular. Yani bunlardan bahsediyor ve gülüyor mesela diyelim ki tedirginlik uyandıran bir düşünceden bahsederken saçma bir biçimde gülüyor bu uygunsuz duygu halidir.


Diğer yandan kısıtlı duygulanım da önemlidir. Yani önemli şeyler söylediğini söylüyor ama yüzü donuk mesela kişinin.


7. özellik yadırganacak denli olağana aykırı alışılagelmişin dışında sıra dışı davranış ya da görünüm. Yani böyle saçlar başlar dağınık, kirli, pasaklı, üstü başı çok kötü seçilmiş renkler. Bu da yani sıra dışı görünüm de önemli.


8. özellik birinci derecede yakın akrabalarının dışında sırdaşlarının ya da arkadaşlarının olmaması. Yani hiç kimseye temas etmeme, uzaklaşma ve içe kapanma. Psikozun ve akıl hastalığının da bir gelişim sürecidir. Ergenlerde başlayan böyle süreçlere dikkat etmek lazım. Bir çok psikotik rahatsızlık böyle başlar. Yani akıl hastalığının bir kısmı da böyle yoğun içe kapanmayla, yakınları dışında kimseyle görüşmemeyle başlayıp seyredebilir,


Son özellik; yakınlaşmayla azalmayan aşırı bir toplumsal kaygıya, kendisiyle ilgili olumsuz değerlendirmelerden çok kuşkucu korkular eşlik eder. Yani ortada olumsuz bir değerlendirme yok fakat o, kendisiyle ilgili birilerini olumsuz değerlendirme yaptığı kanaatinde olabilir, alınganlıklar gösterebilir.


Bunlardan dokuzu bir araya gelince buna şizotipal kişilik bozukluğu diyoruz. Tabii bunlar başka bir psikiyatrik rahatsızlık nedeniyle ortaya çıkmış olmamalı. Yani eğer bu kişiler bipolar bozukluk, şizofreni, depresyon, otizm vs. filan diyemiyorsak bu tanının konulması önemli.


Tabii madde kullanmak da esrar, eroin vs. gibi şeyler de bu tip belirtilere yol açabilir.

 

 

Bu metin, Prof. Dr. Haluk Savaş’ın Ahval haber sitesi ve kendi Youtube kanalında yayınlanan ‘’Bir Tatlı Huzur Prof. Dr. Haluk Savaş’la Soru-Cevap Psikiyatri’’ programının yazılı halidir.